“Böyle bitecekse bu acı bir serüven oldu ve bir dağ dolusu altın bile onu telafi edemez. Yine de tehlikelerinizi paylaştığıma memnunum, bu herhangi bir Baggins’in hak ettiğinden fazlasıdır.”
Joseph Campbell’ın öne sürdüğü mitlerin ve mitik öykülerin arka planındaki olay kurgusunun izlediği şema bireyin psikolojik dünyasındaki iç yolculuk örüntüsü ile örtüşür. Bu da bize mitosların ardındaki anlamı çözme, okuyucuların modern öykülerde de eğer mitik öğeler varsa kendi psikolojik yolculuklarının izlediği örüntüyü fark etme imkânı sunar.
Şekilde görüldüğü gibi bir maceraya çağrı ile bulunduğu konforlu alanı terk eden kahraman
öncelikle bu çağrıyı reddetme daha sonrasında durumu kabul edip bir mentor ile tanışma eşiği geçme ve ardından bu konudaki denemeleri aşma ile dış dünyadan kalbinin merkezine doğru derin bir yolculuğa çıkar. Bu merkez bir mağarayla, bir denizaltıyla, bir kuyunun dibiyle, yeraltıyla ya da cehennemle, labirentle veya ormanla simgelenebilir. Sonrasında Kahraman derinlerde yatan bu büyük ejderha, dev ya da canavar ile karşılaşır. O ejderhanın aşılması ya da ona hükmedilmesi gerekmektedir. Böylece, ardında yatan hazine kazanılmış bir şekilde kahraman yurduna geri döner. Bu dönüş sakin bir dönüş değil, ödülün ya da hazinenin geri getirilmesinin yani bir tür içsel zaferin sıradan yaşantı üzerinde bir değişim yaratmasının adaptasyonunu da birlikte getirir. Daire yani döngü tamamlanır. Ancak dönülen yuva artık eski yuva değildir, kahraman da yola çıkmadan önceki kişi değildir.Mitik Öykülerde Derin Anlam
“Hepimizin kendi hayatlarımız etrafında kurduğumuz mitleri vardır. Bu mit, benliğimizin tek parça hâlinde kalmasını sağlarken aynı zamanda şimdiki zamanın tek bir saniyesini dahi ihmal etmeden bize hem geçmişte hem de gelecekte yaşama becerisi sağlar.”
Hikâyeler aracılığıyla kendimizle bağ kurarız. Gündelik hayatta dile getiremediğimiz gerçeği sembolik bir şekilde algılamaya başlarız. Zorlukla karşılaştığımızda “şu anda yaşam tarafından deneniyorum ve bunu aşarsam elde edeceğim içsel güç ruhsal olarak çok büyütücü olacak” diyemeyiz belki. Ancak bir hikâye ile karşılaştığımızda, içerisindeki kahramanla özdeşlik kurduğumuzda, onun kendi konfor alanını terk etmesini, zorluklarla karşılaşmasını isteriz. Bu zorluğun neden onun başına geldiğini okuyucu olarak görebiliriz ve kahramana haykırmak isteriz: “Kendi küçük yuvandan dışarı çıkmaya bile cesaret edemiyorsun, bu yüzden öykü seni daha büyük bir şeye doğru ittiriyor”. Hikâyedeki kahramanının o zorluğun üstüne gitmesini bekleriz. Sonra onu aşmasından keyif alırız, aşarken ortaya çıkardığı güçten büyük bir zevk duyarız. Sonunda elde ettiği hazine olan iç zaferi, ne kadar zorluk yaşayarak kazandıysa, o kadar içine alır öykü bizi. Bu kurulan özdeşlik bir tür dışavurumdur. Bilinç dışımızın öykü ile işbirliği yaparak kendi psikolojik kahramanımızı ortaya çıkarmasıdır, kendi yaşam öykümüzün kahramanı olmayı isteyen tarafımızın bir tür çağrı merkezidir.
“Siz bir kahramansınız ya da olabilirdiniz. Mitosta, edebiyatta ve gerçek yaşamda kahramanlar yolculuğa çıkar, ejderhalarla yani sorunlarla karşılaşır ve gerçek benliklerinin hazinesini keşfederler. Yolculuk sırasında kendilerini çok yalnız hissetseler de, yolculuğun sonunda kazandıkları ödül, kendileri ile, diğer insanlarla ve dünya ile birleşme duygusudur.”
İşte Hobbit’te de benzer bir örüntüyle karşı karşıya kalıyoruz. Dolayısıyla bu kitap ne bir çocuk edebiyatıdır ne de sadece gerçek dışı dünyanın bir tür keyfi yansımasıdır. Bu öykünün içinde bir felsefe, bu öykünün içerisinde bir psikolojik değişimler dizisi, dönüşüm vardır.
Campbell’in dediği gibi “Mitler bizi, manevi bir bilinç düzeyine çıkarmaya yarar”.
Bu öykünün kahramanı da bizi iç kahramanımızla özdeştir ve bizi bugünün gerçek dışı dünyasından koparıp daha gerçek bir içsel düzleme çıkarır. Şimdi Hobbit’in öyküsünde bunun nasıl gerçekleştiğini inceleyelim.
Maceraya Çağrı
“Herkes onların saygın kimseler olduğunu düşünürdü. Sırf zengin oldukları için değil asla maceraya atılmadıkları ve beklenmedik hiçbir şey yapmadıkları için.”
Öykünün başında sevgili hobbit Bilbo Baggins’in kendi küçük ve konforlu dünyasında yaşayıp gittiğini gözlemleriz. Bu konfor ve güvenli sığınağının içerisine kendisini kapama durumunun büyücünün dokunuşuyla birlikte değişeceğini tahmin ederiz. Büyücü, Bilbo’yu ziyaret eder ve maceraya çağrı gerçekleşir.
Bu çağrı’nın gücü nereden gelir? Her birimiz yaşamda bir çağrı hissettiğimizde ona cevap verme gücünü nereden buluruz? Edebiyatta bu durum İngilizcesi “quest” diye ifade edilen, anlamına baktığımızda ‘bir arayış uğruna bir ideal uğruna yapılan yolculuk, atınılan macera’ olduğunu gördüğümüz bir kavramla karşılaşırız.
Konforlu alanımızdan dışarı çıkartacak yeterince büyük bir amaçla karşılaşırsak tıpkı bir tohumun toprağı delip güneşle buluşmayı arzulaması gibi o sınırların dışarısında ne olduğuna dair bir merak ve bir yönelim hissederiz. Hobbit’in de cücelerin çağrısına hissettiği özlem, işte böyle bir özlemdir.
“Arayışın temel amacı insan için bir kurtuluş ya da vecit değil bilgelik ve başkalarına hizmet etme gücü olmalıdır.” der Campbell. Bilbo’yu da kendi küçük yuvasından çıkartacak olan şey, kurtulmak istediği durumlar değil, cücelerin macerasında ihtiyaç olan bir role sahip olduğu fikridir. Bu fikre hizmet etmek ister. Çünkü bu fikir kendi küçük dünyasından hatta kendi kapasitelerinden yapacağı veya yapamayacağı şeylerden çok daha büyüktür.
Dolayısıyla denemeye de hareket etmeye de sınırları aşmaya da değer. Quest durumu aşkınlık yoksa gerçekleşmez. Burada bir kişinin herhangi bir macerayı aramasını kastetmiyoruz. Bu mitik örüntüde olduğu gibi, aşkın bir amacın hizmetinde sınırların ötesine geçebilme gücünü içinde hissetmeyi kastediyoruz. Campbell’in dediği gibi “Kahraman, hayatını kendinden daha büyük bir şeyler uğruna feda eden kişidir.”
Burada da benzer şekilde, görünen şey Bilbo’nun bir maceraya atılmasıdır, ancak psikolojik planda gerçekleşen şey, daha üst bir amaç uğruna benlik sınırlarını genişletmeye cesaret edilmesi durumudur. Campbell “Gerçek birdir ve bilgeler ona değişik isimler verir. Mit de bir maskedir ve görünen dünyanın ötesinde olan şeyin metaforudur.” der.
Bu metaforik çağrı ve bu sembolik hazine imgelemi, kahramanı kabuğunu terk etmeye zorlar. Her zaman alışık olduğu yuvası, yani yaşam boyu birlikte taşıdığı zihinsel düşünüş biçimleri, duygusal konfor alanları, arzuları ve korkuları, daha yüce bir fikir uğruna geri plana atılırlar. Görünmeyenin bu maskesi, hikâyemizde Bilbo’nun mendilini bile geride bırakarak atıldığı yolculuktur.
“Bizler, sade, sessiz, sakin kimseleriz ve serüvenlerle işimiz olmaz. İğrenç, huzur bozucu, rahatsız edici şeylerdir onlar! Adamı yemeğe geç bırakırlar! Milletin onlarda ne bulduğunu anlamıyorum.” Kendi hâlinde yaşayıp gitmek ve bir iç yolculuğa çıkmamak, kendi konfor alanımızı sabitleyip her türlü değişime direnmek de insan doğasının bir parçasıdır. Dolayısıyla eğer bir macera varsa, bu tarafımızla tıpkı Bilbo’nun kendi Baggins tarafı ile yaptığı mücadele gibi mücadele etmemiz gerekir.
“Onlar şarkılarını söylerken hobbit ellerle ve zekâyla yapılan güzel şeylerin aşkını ve içinden akıp giden büyü yüzünden vahşi ve kıskanç bir aşkı, cücelerin yüreklerindeki arzuyu hissetti. Derken içinde Tookça bir şey uyandı”
Bilbo, içinde Took soyundan ve Baggins soyundan gelen iki gücün de varlığını hisseder. Took tarafı, onun hepimizin içinde bizi maceraya çağıran o kahramanı, filozofu temsil ederken, Baggins tarafı da içimizde bizi durmaya iten alt güçleri temsil eder. Böylece maceraya çağrının bu aşamasında Bilbo, felsefenin kadim sorusu olan “Ben kimim?” sorusuna yanıt arar. Umulmadık hareketlerde asla bulunmayan ve macera kabilinden hiçbir olaya bulaşmaksızın “kurallarına uygun şekilde” yaşamını sürdüren BAY BAGGINS midir? Yoksa, macera tutkusu dolayısıyla nam salmış bulunan BAY TOOK MU?
Bu insanın içindeki iki zıt yönü simgeler. Took tarafını, yani içindeki kişisel benliğinden sıyrılıp ruhsal bir erginlenme arayan tarafını dinleyen insan özgürleşir. Baggins tarafından durdurulan kişi ise, maddenin cazibesine kapılmış, arzu ve rehavetin tutsağı olarak kalır.
Özgürleşen insan, bu her ne kadar kendisine ilk başta mutluluk yerine zorluk ve mücadele getirecek ve bu zorlanma altında kişi zorunlulukların içinde kendi olmaktan uzaklaşacakmış hissi yaratsa da bu aslında bir illüzyondur. Rahatı aramayan, yeme içmeyi dert etmeyen, kovuğu dışında küçücük boyuyla dünya dertlerine meydan okuyan hobbit olur mu hiç ? Bu kendinden vazgeçme zorunluluğu gibi görünen hâl aslında kişiyi gerçek kimliğine yakınlaştırır. Bu da ardında ruhsal neşeyi gizler.
“Nasıl oluyor da güçlüklere meydan okumak ve risk almak (bizi hobbit oyuklarımızın güvenli ve konforlu ortamını terk etmeye razı eden şu güdüden bahsediyorum) bizi olduğumuzdan daha güçlü mutlu ve kendinden emin bireyler hâline getirebiliyor?”
Bu iki tarafın mücadelesi bir kıvılcım doğurur, insan bu çıkan kıvılcım sayesindedir ki büyür ve gelişir. Bilbo’da başka şekilde bir yaşamın içinde var olabildiğini hatta daha anlamlı bir bütünlük kazanabildiğini gördükçe, potansiyelleri açığa çıkıp; başkalarına faydalı olmak uğruna kalbini büyüten, zekâsını keskinleştiren bir karakter inşa ettikçe bunun kendini eskisinden daha iyi kıldığını fark ederiz. Konfüçyüs’ün de dediği gibi “Sürtünme olmadan mücevher parlatılamaz, tıpkı kişinin zorlu deneylerden geçmedikçe mükemmel hâle gelemeyeceği gibi”.
Hırsız Kimdir? Neden Hobbit? Rehberin Yardımı Aşaması
Mitlerde Hermes, Prometheus, Odysseus gibi karakterlerle farklı şekillerde kendini ifade eden mitik kahramanların hepsinde farklı şekillerde bir çalma örüntüsü fark ederiz. Prometheus Tanrılardan ateşi çalmıştır, Hermes Apollo’nun ineklerini çalmıştır. Bu hikâyede de Bilbo’nun hırsızlık görevi atfedilerek kendisine bir rol biçildiğini ve bu rolü sadece ejderhadan mücevheri çalmak için değil, farklı zamanlarda farklı şeyleri (Arkentaşı, yüzük vb.) çalarak gerçekleştirdiğini görürüz.
Bu sembolik olarak neyi ifade eder? Zekâ ve hız kullanarak bilgelik getirecek olanı ihtiyaç duyana kazandırma becerisi olarak kendini gösterir. Böylece hikâyenin başından sonuna dek bazen farkında bile olmadan bu ödevi gerçekleştirerek gruba hizmet eder.
Mağaranın anahtarını trollerden çalar ve yoldaşlarının karnı doyar; arkentaşını ejderhadan çalar ve quest gerçekleşmiş olur; yüzüğü Gollum’dan çalar ve onu karanlığın elinden kurtaran ilk adımı atmış olur; zindan anahtarlarını çalar ki arkadaşları yola devam edebilirler. Sonunda arkentaşını bu sefer de kötü emellerde kullanacak diye ekip arkadaşı Thorin’den çalarken görürüz. Bu zekice hırsızlıkların hepsi bir parça sezgisel bir ayırt etme becerisi ile gerçekleşmiştir ve bilgecedir.
Zekâ ejderha ile karşılaşmasında da kendini gösterir. “Ben görünmeden yürüyenim, ipuçlarını bulan, ağları kesenim, ısıran sineğim, fıçıya binenim, yüzüğü kazanan, şansı taşıyanım.” diye kendini tanımlayarak kimliği ifşa etmeden elinden kurtulabilir ki bunu Odysseus’un da bir yerde yaptığını görüyoruz: “Ben hiç kimseyim” diye kendini tanımlayarak ölümden kurtulabilmişti.
Peki, bu zeki hırsızlık için neden dünyanın en küçük varlığı seçilmiştir? Buna Gandalf şöyle cevap verir: “Onda, sizin tahmin ettiğinizden ve kendisinin herhangi bir fikir sahibi olduğundan çok daha fazlası var.” Bunun diğer bir yüzü de hobbitin bizden biri olmasıdır. Yeryüzü eksiklik ve buçukluklarla doludur. Hiçbirimiz bir tam sayı yapamayız. Ancak mükemmel olmama hâli sayesinde yolcuyuz ve küçük görünen bu benlik sınırımız içinde büyük bir kapasite, bir cevher yatmaktadır. Campbell de “Bir insanı gerçekten tasvir etmenin tek yolu kusurlarını tasvir etmektir. Mükemmel insan ilgi çekici değildir. …Sevilebilir olan hayatın mükemmel olmayan yanlarıdır.” derken de işte bundan bahsetmektedir.
İçteki bu cevheri açığa çıkaracak olan rehber yardımcı da; maceranın başlangıç aşamalarında karşısına çıkar. Bu Baggins için büyücü Gandalf’tır. Bu rehberin mitik bir şekilde büyücü ile tasvir edilmesi de oldukça anlamlıdır. Çünkü Jung’un Büyücü arketipi, bilgeliği elde etmiş kişi olarak yani gerçek bir bilgelik hocasının simgeleyebileceği bir bilinç dışı öğe olarak karşımıza çıkar. “Aslına bakılırsa dağların bu yöresini bilen, herkesin iyi bildiği bir gerçek, tünellerde şaşırmamak ve onları doğru yöne götürmek için bir büyücüye ihtiyaç olduğuydu.” diyerek Tolkein bize tekrardan büyücünün, yani iç bilgeliğimizin, ruhsal patikayı kaybetmemek için her zaman rotayı sormakla yükümlü olduğumuz bir rehber niteliğinde olduğunu hatırlatır.
İlk Eşiğin Aşılması
Yolculuğun bu aşaması karşılaşılan ilk engel ile simgelenir. Bu hepimizin zihinsel sınırlamasının ilk katmanı gibidir. Onu aşamazsak tıkanacağız; kendimizi bilgeliğin karşısında sınırlandıracağız. Ancak onu aşarsak, bundan sonra yolun engellerle dolu olduğu ve onların aşılabilir olduğu fikri yolculuk boyu bize eşlik edecek. Bu durum Troller ile simgelenir. Gün ışığında taşa dönüşenlerdir. Yani var olabilmeleri için bilgelikten uzak bir cehaletin karanlığı gereklidir.
“Her hâlükârda bunları o adamlardan dövüşmeden alamazsınız” dedi Gandalf. “Her neyse zamanı boşa harcıyorsunuz trollerin yakında güneşten saklanmak için bir mağaraları ya da kazdıkları bir delikleri olması gerektiğini anlamıyor musunuz, oraya bakmalıyız.” Savaşırlar; böylece ilk sınır aşılır. Bu ilk zafer bile ilk ruhsal beslenme için bolca besin demektir.
Yardımcılar
“Giysilerinin yanı sıra bereleri, ruh hâlleri ve umutları onarıldı.”
Yolculuk boyu kesin olan bir şey varsa o da bir şekilde darda kaldıklarında yardım alacakları yönündeki kurgudur. Beorn, Elfler, Kartallar, Göl kasabası Esgarothı halkı, hepsi sırayla en ihtiyaç duydukları anda karşılaşıp yardım aldıkları doğanın farklı yöndeki güçleridir. Bu basitçe hikâyenin devam etmesi gerekliliği olarak da yorumlanabilir ancak bunun yaşamda da bir karşılığı vardır. Hayat bizi dara sokarak sınar ve çıkmazlarda ortaya koyacağımız zekâ ile çıkış kapılarını zorlarız. Açabildiğimiz bu mühürlü, kapalı kapıların ardında da çoğunlukla bizi bekleyen olumlu durumlarla destekleniriz. Böylece zaman zaman yaralarımız onarılır, aç ruhumuz beslenir ve bizler ruhsal yola devam etme gücünü içimizde bulabiliriz. Bu gerçekleşmiyorsa, fırsat kollamak ve bu durumları yaratmak gereklidir. Hayatta ruhsal olarak yeterince çaba gösterirsek asla aç kalmayız.
Serüvenler
Yolculuk boyu pek çok maceralarla karşılaşırız: Goblinler, Warglar, Kuytuorman, Örümcekler, Orman elfleri tarafından hapsedilme, Ejderha, Altın. Bunların hepsi belli güçleri açığa çıkarma konusunda araç olarak düşünebileceğimiz hayat sorunlarını temsil eder. Yaşam sorunları bize goblinler gibi karanlığın içinden saldırdığında genelde kurban gibi hissederek altında ezilmeye izin veriyoruz. Ancak her türlü soruna bu hikâyedeki gibi bir macera olarak bakılabilinir ve sorun ancak bu şekilde ele alınırsa bir ödüle yani bir tür iç mücevherin açığa çıkmasına izin verir.
Goblinler hakkında “Yer altında yaşarlar ve karanlığı tercih edip kendilerini günışığından olabildiğince sakınırlar. Kendi yaşam tarzlarının tek doğru yol olduğunu düşünen goblinler keza başkalarından öğrenilebilecek hiçbir şey olmadığı inancındadırlar. Onların yaşantısı korku üzerine kuruludur ve çevrelerindeki herkese bu korkuyu zorla benimsetme çabasındadırlar.” diye söyleyen Knepp üzerine düşünerek, her bir karşılaşılan düşmanın aslında içimizde bizim büyümemize engel olmaya çalışan alışkanlıklarla kazandığımız kusurları temsil ettiğini fark ederiz.
Bu zorlukların en derinindeki asıl aşılması gereken gibi görünen ejderha ise kadim bir metafordur. Ejderha, kadim zamanlardan bu yana insanla beraber gelendir, işimize geleni zekice ve cezbederek aklayan akıldır. İçsel potansiyellerimizi temsil eden altınların üstünde uyuklayan statükodur. Hareketi engelleyen, potansiyelleri tıkayan iç düğümdür. Onu zekâ ile uyandırmak ve en zayıf yerinden vurmak gereklidir. Onun ölümü ile nihai zafer, iç yolculuğa çıkış amacı gerçekleşmiş olur. Artık hazine elde edilmiştir.
Campbell’in de dediği gibi: “Kişisel sınırları aşmanın acısı ruhsal büyümenin acısıdır. Sanat, edebiyat, mit, felsefe ve tüm bu disiplinlerin hepsi, bireyin ufuklarının ötesine, durmaksızın genişleyen gerçekleşme alanına geçmesine yardımcı olur. Eşikleri ejder üstüne ejder öldürerek geçerken en yüksek arzusuna çağırdığı tanrısallık, kozmosu dolduruncaya dek büyür.” Bu öldürülen ejderin sayesinde tamamlanacak olan yolculuk, yeni bir ejderhaya geçit verecek ve bizler dairesel gibi duran bu spiral yolda kalbimizin merkezine doğru adım adım ilerleme imkânlarını yaratmış olacağız.
Altın Nedir?
Elde edilen en yüksek değerdeki bu mücevher insanın iç cevheridir. Bu cevher bir tür dönüşüm ile açığa çıkar. Kozmopolit yani evrensellik anlamında açığa çıkan Hobbit ve ekip arkadaşlarının altın ile elde ettikleri aslında yüce birliktir. Knepp’in makalesinde belirttiği gibi, kozmopolit yaşam tarzı, Appiah’tan alıntıladığı şekilde incelendiğinde iki temel ilkeye dayanır: “yanılabilirlik, çoğulculuk” bu ilkeler gereği yanılıyor olabileceğimizi her zamana bilmenin ve gerçeğin hep şu anki bilgimizin ötesinde bir yerlerde saklı olduğunun bilincinde olmanın tevazuu ile elde edilmiş “yanılabilirlik” bilincidir. Diğeri yani çoğulculuk ilkesi ise hayattaki pek çok sorunun ortaklığına ve tarihsel açıdan da her tür soruna çok farklı yanıtlar ve çözümler üretilebilineceğine dair evrenselliği kucaklayan açık fikirli duruşu anlatır. Bu iki ilkenin bir cevher olarak kitap boyu sınandığını, öğrenildiğini, bir hazine gibi kazanıldığını ve diğer tüm karanlık güçlerin ise bu becerilere sahip olmadığını görürüz.
Bu eski ben ve yeni ben arasında kat edilmiş bir yoldur. Knepp’in dediği gibi “Bilbo adım adım keşfettiği kocaman dünyaya diğer hobbitlere nazaran daha az önyargılı ve daha az buyur edici bir tavırla yaklaşmayı kısa süre içinde benimsemiştir. Seyahat eder, kendi evinin çevresinde görmeye alıştığından çok daha esaslı meselelere boğazına dek batar ve başkalarına hoşgörüyle yaklaşmayı ve onları tüm farklılıkları ile kabul etmeyi öğrenir. Detaya inecek olursak Bilbo, ailemiz ve komşularımızdan oluşan bize en yakın çemberin dışındaki kişi ve unsurlara karşı da sorumluluklarımız olduğunu ve kültürel farklılıklara değer vermemiz gerektiğini kavrar.” İşte bu kozmopolit kavrayış, evrendeki birliğin kor tecrübesi, dönüşümlerin eşiğinden geçmiş, artık daha cesur ve atik olan Bilbo için gerçek altındır. Dolayısıyla da Platon’un Devlet adlı eserindeki tabiriyle kişinin materyal anlamdaki altına ihtiyacı yoktur. Sonunda sadece taşıyabileceği kadarını götürecek olması da semboliktir. Çünkü o kadar açlığını çektiğimiz maddenin sadece boyumuz kadarını taşıyabiliriz. Önümüze sonsuz bir açık büfe sunulsa bile, iştahımız daha fazlasını ister ama işin gerçek yanı, sonunda oradan yiyebileceğimiz midemiz kadardır.
Bay Bilbo’dan Bizlere Çağrı
“Sen çok iyi bir kişisin Bay Baggins, seni de çok seviyorum ama ne de olsa sen uçsuz bucaksız dünyada küçük bir adamdan ibaretsin!” “Buna şükürler olsun” dedi Bilbo gülerek ve tütün kavanozunu ona uzattı.
Bilbo’nun erdemleri adım adım fethedişi, altının usulca elde edilmesine benzer. Her bir adım altın niteliğinde bir öğüt taşır. Alçak gönüllük kokan iç değerin doğuşu, kendi çanak çömleklerine o kadar bağlı Bilbo’yu geride bırakmış olmanın söylemi olarak şöyle ifade edilmiştir: “Beorn’un tahta kaselerinin birinden adamı neşelendiren bir şey içmek uğruna bu kıymetli kaselerden bir sürüsünü feda ederdim.” Çünkü geçici olan, ancak daha kalıcı ve kıymetli olarak keşfedilen başka bir şey karşısında feda edilebilinir ki burada da Beorn’un dostluğunu kastetmektedir.
Altın için gibi görünen yolcuğun altınla karşılaşınca aslında farklı bir misyon taşıdığını fark ettiren bu ifadeler de ruhunun ne kadar yüceldiğini gösterir: “Bana ömrümce yetecek kadar altınım var. Onu sen alsan daha iyi olur, onu kullanmanın daha iyi bir yolunu bulabileceğini tahmin ediyorum.“ ya da burada dediği gibi: “En büyük ödülü sana vermek isterim” “Çok iyisin” dedi Bilbo “ama böylesi gerçekten içimi ferahlattı bütün o hazineyi yol boyunca savaş ve cinayetle karşılaşmadan eve nasıl götürürdüm bilmiyorum, eve döndüğümde onunla ne yapardım onu da bilmiyorum, senin ellerinde olması daha iyi olur, buna eminim.”
Masallar
Einstein şöyle der:
“Çocuklarınızın zeki olmalarını istiyorsanız onlara masallar okuyun. Daha zeki olmalarını istiyorsanız, daha da fazla masal okuyun. Masallarda her şey vardır; gerçekler, güzellik, iyilik, mücadeleler ve ikinci şahıslar, hatalar, çatışmalar, sözler ve sihir, ömür boyu benimsenen örnek dersler.”
Bir masal örüntüsü içinde bilinçdışımız harekete geçer. Bize, bizim kendimize karşı olamayacağımız kadar net ve dürüst bir şekilde ihtiyacımız olan sembolleri sunar ve Campbell’in de ifade ettiği gibi bunu suçlu hissettirmeden yapar. Mitik öğeler taşıyan, kadim sembollerle beslenmiş, sağlam kalemlerin dile getirdiği Hobbit gibi masallar, bizi kendimize yaklaştırır; iç kahramanımızı yolculuğa zorlar. Uykudaki benlik sarsılarak uyanır ve konforlu olanı geride bırakan filozof benlik uyanır. Nice masallar, bu spiral ilerleyen içsel yolculuklara ve ardında gizlenen nice uyanışlara gebedir. Campbell’in da dediği gibi:
“Bu serüveni tek başımıza göze almak zorunda değiliz, çünkü tüm zamanların kahramanları bu yolculuğa bizden önce çıkmışlardır. Geçilecek labirent baştan sona bilinir. Bizim sadece kahramanın yolunu takip etmemiz gerekir ve menfur bir şey bulmayı beklediğimiz yerde, bir tanrı bulacağız. Ve birbirimizi öldürmeyi düşündüğümüz yerde, kendimizi öldüreceğiz. Dışarı doğru gitmeyi düşündüğümüz yerde, kendi varoluşumuzun merkezine geleceğiz. Ve yalnız olmayı beklediğimiz yerde, tüm dünyayla birlikte olacağız.”
KAYNAKÇA
Bassham, Gregory, Eric Bronson, William Irwin. Hobbit ve Felsefe. İthaki Yayınları, 2012
Campbell, Joseph. Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, Kabalcı Yayınevi,2010
Campbell, Joseph. Mitolojinin Gücü, MediaCat Kitapları, 2010
May, Rollo. Psikoterapist ve Mitlere Yolculuk, Okyanus Yayınları, 2016
Pearson, Carol S. İçimizdeki Kahraman, Akaşa Yayınları, 2003
Tolkien, J.R.R., Hobbit, İthaki Yayınları, 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Fantastik Orta Dünya (fantastic middle earth) Fantastik Edebiyat Bilim Kurgu